Ocak 26, 2011 | By: ufukcel

Enchanted Dreams

Bu seferlik de böyle olsun...

Siyah ya da beyazsın artık... Ya varsın canlı kanlı tenimin her köşesinde ya da çoktan unutmuş olmalıyım seni. Gözlerimi kapattığımda bir süliet var gözümün önünde. Neye benzediğini bilmiyorum ama bana seni hatırlatıyor. Aklımın uydurduğu deniz kızını, hayalini gördüğüm düşler ülkesinden gelen...

 Aklımın kara yanı ağır basıyor. Birisi zorluyor beynimin sınırlarını. Bir şeyden kaçıyorum, arkama bakmaya bile mecalim yok. Öylesine korkuyorum ki yarı yolda tüm gerçeklerin birer rüyadan ibaret olduğunu anlamaya başlıyorum. Öylesine inandırıyorum ki daha da hızlı koşmaya başlıyorum hiç yorulmadan, bilmediğim topraklara doğru. Önüme çıkanlara hesap vermiyorum, ardımda bıraktıklarımı düşünmüyorum, olacaklar için kimseyi sorumlu tutmuyorum.

 Yol bitti çoktan... Bir kez içimi çektim sadece, o da senin hatrına. Birinci tekil şahsın yaşadıklarını anlatamam ben. Hep öykünürüm diğer insanlara, yıkarım onların üzerine dertlerimi, yaşayamadıklarımı. Binerim sırtlarına ağırlığıma aldırmadan. Üçüncü şahıslara ortak ederim hatıralarımı. Kimsenin beni onlarda bulamayacağını düşünürüm belki, bir kör dünya... Aklımı kapatırım herkese, bir kör dünya... Sonra çakarım bir kibrit dünyanın tam merkezine, kimse kalmasın benden başka, saklayayım en derin lavlarda kendimi, bir kor dünya... 


Ama bu kez farklı...

Hayat denen şeyin bu olduğunu anlamam bir ömür sürdü. Kronometrenin bozuk olduğunu düşünmekle geçti zamanımın tümü. Biraz başa saramaz mıyız filmi? Sanki olmam gereken zaman tam olarak bu değildi. Birkaç eski püskü yara izi saklı içimde. Ruhumu sızlatıyor dökülen her gözyaşı. Günümü karartıyor her ayrılık. Bir parça götürüyor yüreğimden boğazda takılı kalan her cümle. İçselleştirdim artık gökyüzünü, yağan yağmura aldırmadan. 


Varsın, biraz da böyle yağsın...

Yol bitti çoktan... Bundan sonra yola katırlarla devam edeceğiz. Yanımıza aldığımız üç beş parçadan katık yapacağız kendimize. Arada mola verip birbirimizi tokatlamaya başlayacağız. Yorgunluktan seğiren bacaklarımıza hükmedemeyip yere çökeceğiz. Kendimize gelene kadar yukarıya bir yerlere el açacağız. Nereye gittiğimizi bilmeden güneşe doğru yürüyeceğiz. Belki olduğumuz yerde dönecek, belki de dünyanın merkezine ulaşacağız. Zamandan sıyrıldığımızı anladığımız an artık hiçbir ağrı kesiciye gerek kalmadığını anlayacağız. Akli dengemizin sallantıda olduğunu anlamaya yetecek kadar sakladığımız aklımızla değirmenlere kafa tutup, birbirimizin kahramanı olacağız.



Kontrolsüz güçlerimizi üzerimizde sınayarak kimi zaman...

 Ne istediğimi biliyorsun sonuçta. Her zaman biraz zencefil kokuyordu hava senle olduğumuz zamanlarda. Ne düşündüğümü biliyorsun zaten. Her zaman biraz daha fazla korkaktım yanında. Neye benzemek istediğimi biliyorsun öyle ya da böyle. Her zaman yanımda olmak yordu seni de biliyorum. Neler döndüğünü biliyorsun beynimin içinde. Her zaman dönen tilkiler...


Kaçmak gerek uzaklara... 

"...
 Bring peace to my black and empty heart...
..."

Ezginin Günlüğü - Balık Ağzı by ceressa
Ocak 09, 2011 | By: ufukcel

Here Comes The Rain Again



Yağmur yağıyordu o gün de yine. Bugün onunla tanışmasının ardından tam tamına 4 yıl 3 ay 13 gün ve 4 saat geçmişti. Hafızasına yazmazdı her ayrıntıyı ama ona dair her şey, canlı kanlı karşısına dikiliyordu işte olup olmadık yerde. 4 yılın her gününde, bir hatırasını aklının en saklı odasına depolamıştı. Belki sizin için bir mektup zarfının rengi önemli olmayabilir. Hele bir yastık kılıfının deseni umrunuzda bile olmayabilir. 20 yıl önce çekilen fotoğrafların hikayeleri ilginizi çekmeyebilir, kocamış bir ağacın altında, karınca yuvasının hemen yanında oturmak bir anlam ifade etmeyebilir. Oysa ilk kez birlikte bindikleri vapur jetonunu saklayan, onunla uyuduğu ilk uykuda rüyasında ne gördüğünü hatırlayan birisi için bunların hepsi birer anı saklayıcısıydı. Bir gün birisini unutacak olsa hepsinin yavaş yavaş aklından silineceğini düşünür, unutmaktan korkan en genç müstakbel alzhemeir hastası olup çıkıverirdi. Yolunu kaybetmekten korkardı, en uçsuz bucaksız hayallerinin arasında. Yorulmaktan korkardı, hayal dahi edemediği gerçekleri gördüğünde.

Hayat tesadüfler üzerine kurulu ama olağan bazı rastlaşmaların olmaması için elinden geleni yapmak bazen yeterli olmaz. Bu gezegen sınırları içerisinde kuralların olduğunun bilincindeydi ama kendi dünyasına karışılmasından nefret ederdi. Eğer güzel bir şeyin olması gerekiyorsa bunu önceden tahmin edememeliydi. En beklemediği anda, nefesini kesip dizlerini titreten o gerçeklerin kokusunu duymak için yaşıyordu aslında. Unutamayacağı tek şey o anların kokusuydu belki de çünkü. En çok toprak kokusunu severdi. Ona dair aklında kalan milyonlarca kokudan en değerlisi...

Yağmur yağıyordu o gün. Dışardan bakanların dikkatini çekmese de o anda oradan geçmekte olan kızın türk filmlerindeki tipik karşılaşma sahnesine yaklaştığı açıktı. Kalın ders kitaplarını kollarıyla göğsünde sarmış, olabildiğince hızlı adımlarla derse yetişmeye çalışıyordu. Dümdüz sokakta 10 dakikadır okulunun yıllardır boyanmayan sarı binasını görüyordu. Bu sarı bina geldiği ilk günden beri babasının sigaradan sararmış dişlerini hatırlatırdı. En kötü anılarını en sevmediği şeylere yüklemekte üstüne olmayan kız için bu da zor bir benzetme değildi. Ama şimdi ne kadar hızlı giderse gitsin, ıslatmaya yeminli gözüken yağmuru hayatının hangi kötü anısına sıkıştıracağını düşünmekteydi. Yağmursa ders zili çaldığında dinebilirdi ama şimdi ulvi görevini gerçekleştirip olacaklara bir ön hazırlık yapmalıydı. Toprağa düşen her damlasıyla genç kızın burnuna doğmalı, yol kenarında 10 yıl önceki teknolojiye sahip hardal sarısı arabaya sıçratmak için birikintiler oluşturmalıydı. Ancak bunları o kadar planlı yapmalıydı ki, genç kızın "okula ulaştım artık" sevinciyle, hardal sarısı arabadaki gencin "okula ulaşmalıyım artık" telaşı aynı ana denk gelmeli ve özenle biriktirilen yağmur suları kızın üzerine çıkmayacak izler bırakacak şekilde serpilmeliydi.

Her güzel şey bir pazar günü olmalıydı. Biriktirilen tüm anılar aynı anda aklın barajından taşmalı, yürünen yolların, solunan havanın bile bir önemi kalmamalı ve sadece o an için yer ayrılmalıydı. Tüm gün güneş her tarafı kavururken, sıkıcı haber kanalındaki kel adam, boğuk ve fragman seslendiricisi sesiyle hava durumunda önümüzdeki üç haftanın günlük güneşli geçeceğini söylerken ve şemsiye evin en alakasız yerinde unutulmuşken birden tüm manzarayı kara kara bulutlar kaplamalı, yağmur büyük büyük damlalarıyla beklenmedik anda yağmalıydı. Tüm bu senaryonun hazırlanmasında emeği geçen yüce bilgin yukarıdan kıs kıs gülerken o sırada ona el açıp "bugün artık iyi bir şeyler olmasını" isteyen genç kızın dileğinin yerine getirmekten dolayı kıvanç duyardı. O ki, aslında ne bir tanrının varlığına inanırdı uzun bir süredir ne de bir kuvvetin dileklerini kabul edeceğine. Çünkü ne zaman aklına bir dua -veya dilek- gelse hemen kötü anıları depreşirdi. Babasının geçirdiği kaza sonucu telefonda haber beklerken, tüm yılını etkileyecek sınavını veremediğini öğrenirken, en mutlu anında bir şey hissedemez olduğu "aslında yokmuşuz biz" cümlesini duyarken neredeydi tanrı diye düşünürdü. Belki bundan sonra anlayacaktı haksızlık ettiğini. Kafasını kaldırıp baktığında kendisini iri yağmur taneleriyle kamufle eden usta görünmez adama bir teşekkür edeceğine, şemsiyesini yanına almadığı bir günde kafasının üzerinde toplanan kara bulutlara iyi bir iki küfür sallıyordu. Sanırım aklındaki tesadüf kavramı, karma ilişkisi ve iyilik zinciri biraz daha basit şeylerden ibaret tanımlar içermekteydi. Olanları en başından başlayıp tekrar düşündüğünde alnının ortasına koca bir yumruk yemiş gibi olacaktı. Ama şimdilik önüne ilk gelene çatmak için yaratılmış bu sahnenin tadını çıkarmaya çalışıyordu.


 to be continued... :)


Hypnogaja - Here Comes The Rain Again by ceressa

Bir e-mail adresi girmelisin:

By FeedBurner