Nisan 23, 2010 | By: ufukcel

Kısa Bir Aşk Öyküsü

A SHORT LOVE STORY

Nisan 19, 2010 | By: ufukcel

Laid in Earth

Bugün dokunmayın bana. Hüznümü yaşatmak istiyorum içimde.
Bugün kendime halime bırakın beni. Geri kalan herkese kulaklarımı tıkamak istiyorum.
Bugün sormayın beni kimseye. Merak edilmek istemiyorum.
Bugün kötü şeyler yapmak, bir şeylerle ters giden yanlarıma zarar vermek istiyorum.
Bugün artık bitsin istiyorum. Çok uzun gelmedi mi sana da?




Kime dediniz pardon anlayamadım? Ben miydim o kadar yürekten çağırdığınız? Kimsiniz siz? Nasıl bu kadar etki edebilirsiniz hayatıma? Biraz fazla olmadı mu bu etki ve yeri geldiğinde tepkileriniz? Çoğalmadık mı gün geçtikçe birbirimizin içinde? Sınırlamalı insan kendini, biliyorsunuz değil mi? Yoksa acı çekiyor en olmadık anında, farkındasınız değil mi? Biraz kendine bir şeyler saklamalı insan, yoksa yoruluyor sil baştan kendini yazmayı, görebiliyorsunuz değil mi? Bir hayattan çıkmak girmekten çok daha zor, yaşadınız mı hiç? Birisinin hayatına ölümcül müdahaleler yapıp, sonra onun can çekişmesini izlemek insana çok zevk verir, yaptınız mı hiç? Arka fona siyah bir ton, depresif bir müzik, yaşanmış, yaşanmamış, yaşanamamış, yaşanmayacak anılar... Kendinizden bile uzaklaşamadığınızı farketmeniz ne kadar da acı. Kendini bile kandıramıyorsunuz değil mi artık? Rastlayamamak en büyük olasılıklı mutluluklara dahi üzüyor değil mi sizi? Kabuğunuzdan çıktınız artık, gözlerinizi kapatan neydi peki? Işık mı aldı güneşte yeşile dönen gözlerinizi? Çok mu kırıldınız insanlara? Biraz da siz mi mutlu olmak istediniz? Sizin için neler yaptığını asla bilmeyeceğiniz insanlar dört bir yanınızda. Bilseydiniz, olmazlardı da zaten.


Bugün içime atmak istiyorum bütün dertlerimi. Hüzünlenmek parayla mı? Kendimi üzmek istiyorum bu kez de durduk yere.
Bugün daha az sevdim kendimi. Yer yer nefret ettim hatta. Çok mu önemliydi? Çok mu ciddiye alıyorum hayatımı? Al işte istediğiniz oldu. Artık daha az seviyorum hem kendimi hem de sizi.


Çok kaptırdım rolüme kendimi farkındayım. Bir şarkı takıldı dilime, dinledikçe siz geliyorsunuz gözümün önüne. Sözlerinde hüzün var, dinlemeye korkardım eskiden. Şimdi sadece sizi özlediğimde dinliyorum. Gün gelecek kulağınıza fısıldayacağım diye beklerken iki adım bile öteye gitmek için çalışmak çok zor oluyormuş. Yalnızlık değil de yalnızlığı görmezden gelmeye çalışmak yoruyormuş bir de adamı. Adam gibi yalnızlığı bile yaşatamadıktan sonra neden gitmemi istediniz ki benden? Biraz daha gri sanki artık dünya. Pus sarmış her yanı. Gözümün önünü göremiyorum, engel oluyor sisiniz. Çağırıyorsunuz biliyorum, duyduğum sizin sesiniz. Ama gel(e)meyeceğimi biliyorsunuz, benden daha fazla neredeyse. Emin olsam, görsem sizde beni, hiç gönlümü yormazdım bunca zaman. Eğilirdim önünüzde, dizimin üstünde olmayı aldırmazdım o zaman.


Biraz marmelat, biraz kekik kokusu var havada hep. İnsan hep gülemez ya... Tekrarlanıyor cümlelerim, olmayan bir noktaya doğru.
Son bir kez... En güzel -di'li geçmiş zamanımsın sen benim.


Yolları, duvarları geç yavaş yavaş.
Giderken bu kentten bir piç gibi bırak yalnızlığını.
Ve o siyah saçlarını kes yavaş yavaş.
Giderken, terk ederken savur yüzüne yalnızlığının.



Cem Adrian - Nereye Gidiyorsun | Ikilem Canlı Performansı
Nisan 13, 2010 | By: ufukcel

Ane Brun - A Temporary Dive


Rubber & Soul

yapamadım...


bazı anlar oluyor işte, insan kendinden bile hesap sormak istiyor. bazı anlar oluyor, insan kendine bile yabancılaşabiliyor. bazı anlar oluyor, anlar sanıyorsun, kimse anlamıyor.


bıraktığımda uysal bir kedi yavurusuydun; aynı nasıl bulduysam seni. kendini hırpaladın, beni yordun, sesinin çıkmadığını bile bile vara yoğa bağırdın durdun, ben yoruldum. kendini arıyordun biliyorum. siyah giyerken hayal ederdin ya kendini hep hani, işte bu kez izin verdim tüm hayal unsurlarını siyaha boyamana bile. ne içindi hepsi? tüm dediklerimi yutup, kendimi başka hayallere adamam için belki. haklıydın.


- geçer mi bu günler de?
+ hangisi geçmedi ki...
- peki geçer mi bugünlerde?
+ ...
- tamam, son bir soru... geçtiğinde biz olacak mıyız tekrar?
+ illa biz olmak zorunda mıyız? alice ve beyaz tavşan olarak takılabiliriz bir müddet de. ben seni takip ederim, olur da takip etmezsem harikalar diyarı'nda yolumu bulamayacağımı bilirsin.


hayır anlamadığım nokta ne biliyor musun tam olarak? benimki de laf, ne zaman tahmin edemedin ki bir sonraki hareketimi... anlayamadığım şey kitabının önsözünde bile yer almama rağmen neden hep ayrılık cümlelerinde geçiyordu adım? kendi adıma bir soru işaretim bile yoksa neden üstüme bir karakter yapıştırdın peki? yeteri kadar ben olamamıştım zaten. o kadar karmaşık bir adam olmadığımı sen de biliyorsun. basitliklerimi ve rutinlerimi hain emellere alet ediyorum sadece, arada da ruhumu şeytana satıp aykırılıklar yapıyordum. hepsi bu. içimdeki matematiksel bilinmezliklerin ve çözülmeyen problemlerimin ne önemi vardı ki? hepsi hepsi hayat nasıl olsa.


+ biraz daha devam edersen diyalogların sonsuz kadar monoloğa dönüşecek. duymuyorum seni.
- sustum.


dünyada yazılmış en kısa bilim kurgu hikayesinin baş kahramanı olarak görüyorum artık seni.


----- spoiler -----
the last man on earth sat alone in a room. there was a knock on the door...
----- spoiler -----*


kurguludağım, programladığım şey sen değilsin artık eminim. ufak bir kod hatası var bir yerlerinde. biraz marmelat, biraz kekik kokusu var havada hep. insan dediğin hep gülemez ya... rahat bıraktım artık ruhunu. bu da içimde ne olduğunu anladığımı anlatan son cümle olsun. asla dile getiremeyeceğim son cümle. bir noktayla bitecek bu kez yazı. bitti.


[not düşülsün buraya diye sadece, şubat'ın 15'i.]
Nisan 12, 2010 | By: ufukcel

This Voice



biraz sessizlik... lütfen!


kendimi kurtarmam lazım artık buradan. bu harikalar diyarı hiç bana göre değil. artık aranızda bir "insan" olmak istemiyorum. arsızca laflar edip, sorgulamadan suçlamak istiyorum sizi. yakanıza yapışıp kaybolan ünlemlerimi geri vermenizi istiyorum. sesimin çıkmayışına çare bulmak istiyorum. biraz da olsa kendimi sizde bıraktığımı düşünüyorum. arkama bile bakmadan, yaşlanan gözlerinize aldırmadan hem de ve üstüne üstlük söverek gelmiş geçmiş tüm üç noktalarıma, buralardan gitmek istiyorum. kusura bakılacak bir durum yaratıp, canınızı orta yerinden sıkmak ve son kullanma tarihi geçmiş bir hayata yolcu etmek istiyorum. gözümü döndüren şeylerin hesabını sizde, size benzeyen onlarca "insan"da aramak istiyorum. bir tek beklentim dahi olmadan cümleler kurmak ve yüzünüzdeki ekşi ifadeyi görmeden "siz bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım." temalı bir mektubu elinize tutuşturmak istiyorum.

masallara inanmayacak kadar büyüdüm ben artık.

gözlem gücü yüksek, güdümlü bir füze gönderiyorum üstünüze doğru hiç haberiniz olmadan. aranızdaki kovalent bağların kopmaması için sarfettiğim tüm çabalarıma lanetler okuyarak benden binlerce kilometre uzakta infilak edilişinizi izlemek zevk verecek bana bu kez. biraz daha nefret dolu olabilseydim bunları gözlerinizin içine bakarak söylemek isterdim. sabrımın sınandığının farkındayım ve bu sınav artık kontrolümden çıkmaya başladı. çalışmadığım yerlerden kazık sorularla beni kendime hapsetmeyi başardınız. artık biraz da olsa kendim için çalışmam gerektiğini anlattınız bana. yorulduğumu anlamayacak kadar tükettiniz ve hakkımda hiç bir şey bilmemenize rağmen tüm hesaplarımı alt üst ettiniz. şimdi size söyleyebilecek tek sözüm bile yok. eğer biraz daha küçük olsaydım kendimi mutlu sonlara inandırırdım. bir kaç asır geç kaldınız.

...şimdi konuşabilirsiniz...

ben susarım -mütemadiyen-.

My Lover Will Go


"her şeyimsin sen benim..." diyordu fonda oynayan siyah beyaz filmdeki kadın. orta yaşlarda, biraz düşük çeneli ama ikna edici olduğu belliydi. yakından bakınca pek güzel değildi. kulağına kadar ancak gelen saçları ve kimseyi umursamaz tavırları itici dahi yapabilirdi hatta. ama durmadan konuşuyordu işte. "...gün gelir de ayrılırsak..." diyordu ve bitirici vuruşu yapıp topu ağlarla buluşturuyordu, "...sanırım artık yaşayamam.". işte bu kadar basitti hayat denilen şey.o varsa varsın, yoksa olmayabilirsin. sıkıcı bir tercih besbelli. kendinin etkileyemediği bir karar vermek ve o karar dahilinde olmak ya da olmamak. sıkıcı.

filmin daha ortasıydı ancak her şey belliydi. kadın gitmek istemiyordu, adam kadını istemiyordu, adamı istemeyen bir başka adam vardı ve bu başka adam da kadını istiyordu. sonuç olarak ufak bir yapboz parçası değişikliğinde her şey yerli yerine oturacaktı aslında ama senarist çok bencil bir ele sahipti. kadının kafasında kurduğu her şey adama işlemekte ve seyirciye kadın suçlu gösterilmekteydi. oysa senarist gerçekten işi bilmiyordu. yani kadını suçlu yapan tek şey sadece orada durup gitmemek istemeseydi ve herkes aval aval bakarak, bunun hatalı olduğuna katılıyordu.

film oynarken kendi hayatını gözden geçirdi. çok mu yavan bir hayatı vardı. yoksa sandığından daha da mı sıradandı. cevaplar ortadaydı ama filme kulak verdi bunları düşünmek istemediğinden. "varlığım seni yaralıyor artık biliyorum" diyordu kadın ve ekliyordu peşinden de "mutlu olacaksan gitmeye hazırım ben.". neden bu kadar ezik gösterildiğini bilmiyorum ama senaristin, kısa saçlı hatunun tekiyle bir alıp veremediğinin olduğu açıktı. "sakın bir şey söyleme, biliyorum sonunu." dedi kadın tekrar konuşmaya başlayınca. oysa saçlarına yeni yeni aklar düşen adamın konuşmaya hiç de niyetinin olmadığı açıktı. sonra kapı açıldı ve gitti. arkasına ufak bir jön bakışı bile atmadan hem de.

kendi hayatı bunun kadar acıklı değildi. sürekli sıradan olaylar yaşayıp, sürekli sıradan insanlarla karşılarşırdı. kanalı değiştirdi. ama gecenin o vaktinde bulacağı tek şeyin küresel ısınma belgeselleri ve duman avcıları reklamları olacağını bildiğinden geri döndü filme. film geçen onca dakikaya rağmen hala devam ediyordu. senarist harikalar yaratıyordu anlamıştı en sonunda. bıraktığı sahneden sonra kadın gerçekten ölmüş, adam üzülmüş, diğer adam bu adamı öldürmeye çalışmış ve sonunda senaristin insafına gelip yapamamıştı.

tam filmden tekrar sıkılmaya başlamışken, gecenin o vaktinde gelen mesajla irkildi. "seni çok seviyorum ama gitmek zorundayım, bunun için kendini suçlama" yazıyordu mesajda. filme baktı, sonra tekrar mesaja, ardından tekrar filme. senariste söyledikleri için pişman hissetti kendini o an; sıradan bir hayatın sıradan bir sonunu hazırlayacak kadar de cesur. terkeden ya da terkedilen olmak fazla önemli değildi. bir canın acıması gerekiyordu ve bu da bir insanın canını vermesiyle oldukça kolay oluyordu. düşündü, filmin sonunu göremeyeceği için üzüldü. belki de kapatmamalıyım dedi. yavaş yavaş ölürken, saçlarına ak düşmüş adama baktı, sonra da kendi saçlarına. kendi saçlarına ak düşmesine daha yıllar vardı. üstelik ölürken düşündüğü kişi onu sonsuza dek terketmişti. sonsuza ulaşmak istiyordu belki ama son bir kez düşündü. kısa saçlı kadına yer verdi bu kez hayalinde. "...sanırım artık yaşayamam." dedi ve son yazısı ekrana gelirken de "mutlu olacaksan gitmeye hazırım ben." diye ekledi. gitti. arkasından hesap soracak diğer bir adam olmadan. sonrasıysa siyah beyaz bir filmdi. son yazısını sadece sabırla bekleyenler gördü.

To Let Myself Go


edebi sanatların gücüne inanmam ama bir itici kuvvet var biliyorum. ondan dolayıdır devrik cümlelerim, tamamlanmaya yüz tutmuş üç noktalı olanlar hele...





yıllardır içine kapanırken, dışına demirden bir koza ördüğünü farkedememek ne kadar acıymış meğerse ve o kozanın gün gelip de açılacağını bilememek. kurulan saçma, yarım, gereksiz, mesnetsiz, ilgisiz, -siz yazılar kozanın açılma süresine ilave edilen oynanmayan dakikaları temsil edermiş. edermiş; çünkü bir eski hint fakirinin söylediğine göre "her istediğini söyleyen, istemediği sözler duyar" sözü yalandan söylenen şeylerin üstünü kapatmaya yetebiliyormuş. bir kırmızı kelebek olma hayaliyle kozadan çıkmaya çalışırken kanatlarının daha olmadığını bile anlamayabiliyormuş işte insan.

"biraz kırgın olmaya niyetinin olduğu zamanlarda bile düşünme, kır insanları" demiş mozambik futbol federasyonu onursal başkanı. peki sen ne yaptın dostum? kendi fikirlerini, kendi yargılarını sorgulayana karşı o seni susturana kadar gözlerinin içine bakıp, hayır aslında o öyle değildi çok yanlış düşünüyorsunuz lord'um dedin. hakettin sen o uçuruma da düşmeyi, o uçuruma düştüğünü görenlerin acısını her dokunda hissetmeyi de. eğer ki bir gün vazgeçeceksen hata yapmaktan, üçüncü gözünün çıkması için dua et budha'ya. yarın yapacağın hataları bugünden gösteren bir termal göz yerleştirsin münasip bir tarafına. modaya uymanı sağlamaz belki ama insanlara daha iyi anlatabilirsin kendini. küçük bir çakallık yapsan dünya mı dönmesinden vazgeçer allasen?

kürdili hicazkar makamından trt ankara radyosunun hazırlayıp sunduğu şarkılar dinliyorum sen kendi buyruğundan çıkmamaya yemin ettiğinden bu yana. güzel hayallerim vardı oysa üzerinde. ben kanatlarının çıkmasını bekliyordum, hayalet gemiler yapıyordum yokluğunda hiç değilse arkanda bırakabileceğin bir lanetin olsun diye, sen ısrarla ota boka üzülüp, derdine mumlar yakıyordun. ne kadar da salak ve bencilmişsin biliyor musun? bu dediklerimin, bu hayallerimin, sana dinlettiğim yann tiersen'vari şarkıların bile bir halta yaradığı yokmuş. başka bir vücutta doğmanı bekliyorum artık senin. olur da kendini affedebileceğin bir büyük yüreğe sahip olursun diye. senden ümidi kestim artık, dualarım toprak ana'ya. onun için her gün bir mesaj atıyorum tema'ya. olur da bir gün ümitlerini tekrar yeşertecek bir hamleleri olur diye. olur da bir gün hiç bir şey olmamış gibi ormanın en ıssız köşesinde tekrar filizlenesin diye. yoksa çöl de gayet boş ve tam bize göre.

A Temporary Dive


...
sonra birden durdum. arkama baktığımda garip bir yalnızlık vardı. hani her zaman yalnız değildim ama sarıyordun an geliyor, gözüküyordun bile bazen. ama şimdi korkuyorum. git dedim. gittin.



adı yoktu. ama ben illa bir isim takacaktım işte. pörtlek olsun dedim adın. çok laubali geldi. dr. he-man olsun dedim. he-man'in doktorlukla ne alakası var, saçmalama lütfen dedi. tamam dedim buldum, senin adın bundan sonra "ben" olsun. hem beni kısmî bir delilikten de kurtarırsın. hoşuna gitti. tamam dedi, ben, "ben"im artık. tanışmamızı hatırlamıyorum ama hayatıma işleyişine an ve an tanık oldum. hiç de bir şey gizleyecek hâli yoktu. açık saçık karşımdaydı. ya dedim, senin biraz daha belli etmeden girmen gerekmiyor muydu hayatıma? yani, hani mutsuz olduğumdan değil ama çok garipsin. biraz eksik geldi seni karşılamam. "alınmazsan git ve bir daha gel" demek istedim. ama belli bir yerine kadar olanı çıktı ağzımdan. "alınmazsan git" dedim. gitti. alınmıştı oysa.

geldiğinde daha ufacıktım, hatırlıyorum. sadece kendim var sanıyordum. geri kalan herkes benim yolumu çizmek için sadece birer figüran. pek de farkı olmadığını gördüm gerçi biraz büyüyüp de dışarıdan bir gözle kendime bakınca. hatta olay tam olarak şöyleydi ki, ben yaşıyordum, birileri benim daha iyi yaşamam için çaba sarfediyordu ve geri kalan "birileri" de onların hayatını sürdürmesine yardımcı oluyordu. yani piramidin en tepesinde, zincirin en sonunda, cümlenin en sonunda olan bendim. çünkü, yoktu kimse. benim için yaşamalısın diyen birisi olmadı. ben de aramaya pek gönüllü değildim açıkçası. böylesi daha iyiydi uzunca bir süre.

gelirken bana bir şey getirmeni istemiştim ilk gidişinden sonra hatırlıyorsun değil mi? kendimin, tek başına üstesinden gelemeyeceğim tek şeyin o olduğunu biliyordun. cevap vermeni beklemem hataydı yıllar boyu. seni beklerken kendime yeni şeyler yaptım biliyor musun? örneğin artık kendi başıma bir şeyler başarabiliyorum. daha geçen gün kendi kendime kızdım mesela. yanlış bir şey yaptığımın farkına vardım ilk defa. hissettim soğukluğu birden ensemde. yoktu kolun ama başardım bunu. bir kez daha yapmaya cesaret edemedim ama yaptım işte. sensiz bir şey yaptım ben. ve bunu gelip senle paylaşmak istedim. oysa ben sana git demiştim. haklısın. dedim. nasıl da alışmıştım oysa sana. mesela yanımda yemek yerken ağzını şapırdatsan bir şey demezdim. ya da gelip de aslında ben seni kandırdım desen en fazla iki saniye sonra unuturdum, umrumda bile olmazdı dediklerin.

sen miydin o, yoksa yalnızlığım mıydı? derdim insan arasına çıkarmaktı seni. yapamadım, git dedim. sesler kesilirse artık korkuyorum biliyor musun? karanlıktan korkmamayı öğrettin ama sessizlikle başedemiyorum. gözümü kapatınca hemen burada olacağını biliyorum ama sesini duyamıyorum hiçbir zaman. biraz hüzünleniyorum o zaman. sonra en sevdiğim şarkıyı mırıldanıyorum. geçiyor yavaş yavaş.

"bugün vapurdan indim yürüdüm adını çağırdı sesim
sabahı ettim aradım durdum
cebimde eski bir resim
.
.
.
kaç kara eylül geçti dönmedin geri
utanıyor şimdi bak rüzgarlar bile"

gittin ama alışıyorum şimdi yavaş yavaş. insan nelere alışmıyor ki. haksızlık ettim sana farkındayım. "ben" olmanı bekledim. özgürsün artık. ben devam ederim tek başıma bir süre daha sanırım. düştüğümde haberin olur. adını çağırmam yetecek.

Bir e-mail adresi girmelisin:

By FeedBurner