Mayıs 18, 2010 | By: ufukcel

On The Road Again



'uykusu gelmiş, uyumuş işte' diye kestirilip atılamayacak kadar önemli birkaç dakikayı tanımlar. huzur bulmak, rahatı aramak ya da ineceği durağı beklemeden kestirmek... ne derseniz deyin sadece uyuyan için güzel bir şeydir. sevgiliyseniz ilk dakikalar güzeldir ancak daha sonra hareket edemediğinizi anlarsınız, omzunuz uyuşur, gerekirse saatlerce öylece kalabileceğinizi aklınıza getirip katık toplarsınız yanınıza. anne ya da babaysanız sorun yok zaten, yıllarca sırtında taşımışsınız biraz da omzunda götürsen olayı ne kaybedeceksin? arkadaşsanız, savunmasız uykusuz şahsa götlük yapıp ensesine şaplak atabilirsiniz içiniz cız etmeden.

ama işin garip yanıı yanındaki uyuyabilecek potansiyeldeki kişiyi tanımıyorsanız başlar. sigortalı ve kıdemli bir şehirler arası otobüs yolcusu olarak söylemem gerek ki, anılarımı depreştiren birkaç olaydan biri olmaya başladı birkaç gündür. yaşadığım olayı dinledikçe eski sevgilimi neden özlediğimi anlayacaksın.

anadolu'da seyahat etmek, hele de sürekli değişik yerlere seyahat etmek herkesin kolay kolay alışabileceği bir durum değildir. bünyede kalıcı hasarlara yol açabilir. ancak bir kez alıştın mı da şehir içi otobüs yolculukları sıkıcı gelmeye başlar, durduk yere son durakları görürsün. şimdi olayın hassasiyetini kavrayabilmen için sana eskittiğim yolların fizyolojik yapısından da bahsetmek zorundayım; "bok gibi". evet asfalt var ama çoğu yerde yol çalışması olduğu için o da kendinden vazgeçmiş ve kendini çakıllara, mucurlara yar etmiş. iş böyle olunca, beşik pozisyonunda gitmekte olan yolcular kendilerini uyku moduna almamak için en fazla 1 saat direnebiliyorlar. sonrasında da 
kaşık pozisyonuna dönüyor yan koltuktaki talihsiz (?) kişiyle.

bu arada kendi uyku durumumdan bahsetmesem olmaz. sürekli yolculuk yapan birisi için yolculuklarda uyuyamamak büyük bir sorun aslına bakarsan. bünye değil bütçe açısından. her seyahat öncesinde bir bilet parasını da can sıkıntısını engellemek adına dergilere vermiş biri olduğumu hatırlatır, ntv tarih'e hayvani zamlarından dolayı selam ederim. uykuda sıçrama fobisi mi dersin, uyuyup ineceğin yeri kaçırma hobisi mi dersin ne dersen de uyuyamayan bir adet profesyonel yolcuyu yarattı mütemadiyen kullandığım otobüs firması.

yine sessiz sedasız bir otobüs yolculuğuna daha başlarken yanıma oturan cüsseli abinin aklından neler geçtiğinin farkında değildim elbette ki. otobüs hareket etmeye başladıktan 5 dakika sonra sorduğu tek soruyla gözlerinin kapanması bir oldu zira;

"kayseri'ye kaç saat var delüğanlı?"

cevabın bir önemi yoktu abim için. o anda ister "kayseri il sınırı yazıyor işte" de istersen "cemre toprağa düşüp de, erikler açmaya başladığında uyandırırım ben seni, uyu annem" de -ki annem kurmaz lan bana böyle cümleyi- gözlerini yarı ölüme doğru kaydıracaktı zaten. öyle de oldu. 3 bilemedin 5 dakika sonra koltuğunu arkaya yatırıp kış uykusuna yatacağını muavin de anlamış olacak ki klasik servis muhabbeti sırasında "abi ne içer?" diye sordu. "absolut apeach" diye cevap verdim. o kadar yavşadık birbirimize düşün. 

uyandırmaya kıyamadığım için kendisinden bir adet imzalı fotoğrafını rica ettim sessizce. o da "hmmss şşş hmmss" diye karşılık verince doğru yolda olduğumu anladım ve deklanşöre bastım. ben absolut'umu yudumlarken o da fosur fosur uyukluyordu. saygılar abi, burayı okuyorsan sana yol boyunca kıl oldum haberin olsun.




Mayıs 16, 2010 | By: melankolik melodi

Suggestion

Aklın hep seçmediğinde gözün ona hiç takılmadı ama diyetini aklınla ödüyorsun . Ahh küçüğüm ne kadar aptalsın…

Akşam şefin önerisiyle içini kemiren kurtlar çok beğendiler şüphelerini her gördüklerine senden bahsediyorlar.Ahh küçüğüm ne kadar tatlısın…

Ne kadar mutlu olabildiğini unuttun kendinden ölmüş gibi bahsediyorsun.Ahh küçüğüm ne kadar şapşalsın..İçinde bir korku gölgeliyor tüm umutlarını, dudaklarına hüzün hiç yakışmıyor ne kadar da güzelsin…Herkes sen değil güvenme öyle herkese bu kadar saf olamazsın, ne kadar iyisin? Her şeyde bir iyilik arayan pollyanna olmak niyetindesin peki neden bu kadar kötümsersin... Sürekli bir yeni merakı soyunulan şairlikler, düşünülen ressamlıklar ne kadar da heveslisin…modelin olmak isterdim. Hüzünlü şarkılar tutamadığın yaşlar, kaçırdığın hıçkırıklar neden bu kadar üzgünsün mutluluğu da yakalayabilirsin.Boş duvarlar, boş bir oda dinlenilen bir kafa ahh küçüğüm çok sessizsin biraz konuşmak ister misin? Beylik laflar, anlamlı bakışlar ahh küçüğüm çok çabuk büyüdün ne kadar da acelicisin..

Bakma o kadar kendine aynalar doğru söylemez seni olduğun gibi güzel gösteremez ahh küçüğüm ne çok masumsun. Bilmeceleri oldun olası severdin bundan mıdır gözlerinde kayboluşum ne çok bilinmeyenli denklemsin bir gün çözebilecek miyim?
Mayıs 13, 2010 | By: ufukcel

Tetristeki Uzun Çubuk Modunda Yaşayan İnsan



Boşluk doldurma görevini hakkıyla yapan insandır. Değerli görmek ister kendini birçok kişinin gözünde ama aslında diğerlerinden bir gram farkı yoktur.

Olaya tetris açısından bakacak olursak, uzun çubuk ya da l çubuğu en fazla beklenen, gelince en fazla sevindiren parçadır. Ama pek sağlam bir parça olmaz bazen. Hayatta aklınıza gelmeyecek anda karşınıza çıkar, mutlu eder ama sonra aynı hızla, ilk ihtiyaç molasında, kaderinizin ebenizle oldukça renkli bir cinsel yaşamının olduğunu kanıtlarcasına çeker gider.

+ Olaya bir de şu açıdan bakacak olursak... 
- Geometrim kötü benim dostum ya (ikinoktaüstüstesağayatıkçizgi)
+ ...
- ?
+ Siktiret, içine ettin tüm karmaşık cümlelerimin.

Aslında natura meselesi bu tamamen. Bir insan kendini bulmacalardaki sol alt resimdeki aktör, ingilizce sınavlarındaki "fill in the blanks"lerin doldurulan boşluğu, sınavda son anda akla gelen hayat kurtarıcı formül olarak falan görmeye başlamışsa, orada bir sorun var demektir. hiçbir insan bir başkası için sandığından daha fazla önemli değildir. Eğer kendiyle kişisel bazı problemleri yoksa, ki olmayana henüz rastlayamadım, hayal dünyasından çıkması için birinin gizli chipteki "off" tuşuna basması gerekir. Veya tavşan geçitini göstermesi lazım, en kısa yoldan. Ben acıyorum halinize. Dışarıdan bakınca çok da farklı değilsiniz benden, eğlenelim hep birlikte işte, biz biliyoruz da mı rol yapıyoruz sanki?

"... evlat! Eğer ki amacın level atlamaksa şu hayatta, bırak başkaları için yaşamayı artık. doğanda olan şey bu değil, bırak rol yapmayı artık..."

(Resimli Madencilik Terimleri Sözlüğü, 32. basım, 1933, sy. 42)
* Fazla kopuk, haklısın. Kendimle konuşuyorum. -her şeye rağmen- Hayalimsin uzun çubuk, ben hala bekliyorum, yerin sol yandaki büyük boşluk.
Mayıs 12, 2010 | By: melankolik melodi

Aptal!





Hüzün derinlerde bir yerlerde. Hiç bir zaman örtemedim üzerini. Sevimsiz bir hayalet gibi sürekli hortluyor içimde... Sen de hüzünlüsün belli, boş bakışlarında hüznün sönük alevi. Gülen yüzümü gölgeleyen bulutlar, gülen yüzünü dağlayan bulutlar, hepsi hüznün birer parçası. Kalbim hüzne ayak uydurdu artık, ritmi slow. Ve hepiniz hüzüne vefasızlık edecek kadar aptal. Hüznümü hatırlamayacak kadar unutkansınız... Ve biraz da aptal.

Miss You


telefonun başında bekliyordu adam. anlamıştı ki her şey bitiyor. herkese rağmen yaşadığı bir kaç güzel şey eriyor. en güzeli gördüğünden şüphe etmediğinden gözlerini kapatalı yıllar oluyordu. neredeyse yarım asır. asır? insan ömrünün belki de göremeyeceği kadar uzun bir kaç yıl. o adam yarım asra bir aşkı sığdırmıştı. gerçi düne kadar sevdiği kadının o'na nasıl baktığını gördükten sonra asrın bile bir önemi olmuyordu ve hatta bir ömrün ama uzun ve yalnız bir hayatı görür gibiydi artık.


telefonun başında bekliyordu adam. kapadı gözlerini bir an için. o'nu ilk gördüğü gün geldi aklına. işte orada duruyordu zayıf ve uzun bedeni sevdiğinin. o zamanlar "sevdiği" değil henüz "bakabildiği" bile değildi gerçi o'na yapıştırdığı sıfat. boyuysa sürekli sorun olacaktı. kendinden uzun bir kadına aşık olmayı seçmiş ve bir gün kızıl saçları bile sevebileceğini düşünmüştü. oysa nefret ederdi kendini bildiğinden bu yana. çirkin, itici, fazla göz önünde bulurdu kimi tanısa kızıl saçlarıyla. daha şimdiden dökülmeye başlamış saçlarının kıskançlığıydı belki de. gözlerinin gördüğünü, kalbine anlatmaya çalışmadı. beyninin hükmettiği güzellik sınırlarını dahil etmedi manzarasına. uykusunda görüp aşık olduğu deniz kızına aldırmadı. sadece bir papatya kokusu geldi burnuna. sonsuzluğa bıraktı kendisini, "sevmek bu olmalı" dedi usulca. yanındaki arkadaşının pek umrunda değil ne papatya kokusu ne de mırıldanmalar ama tepki vermeyi tercih etti; "uç" dedi, "uç ki farkına var kanatlarının".

telefonun başında bekliyordu adam. yalnız kalmak kötü şey diye düşündü. bir hayatı kıl payı kaçırmak istemiyordu. bir macera filminin en heyecanlı yerinde elektriğin kesilmesi gibi, en sevdiğin yemeği yerken evde tuzun olmadığını anladığın gibi, uykuya dalmak üzereyken deprem olması gibi, sesinin gittiğini sandığın anda kimsenin seni dinlemediğini anlaman gibi, her gece gördüğün yıldızın ansızın kayması gibi, rüyalarına eşlik eden deniz kızının aslında hiç gelmeyeceğini bilsen de her gün aynı rüyayı görmen gibi, farkına varmadan baktığın gözlerin aslında sana hiç bakmayacak olmasını anladığın gibi, hevesinin kursağında kalması gibi, ölüm gibi, intihar gibi, hiç ummadığın anda gelen haber gibi, kara haber gibi... belki zordu ama yalnızlığına anlam bulmaya çalışıyordu. biliyordu ki bir gün bu an gelecekti. er ya da geç, geç ölen taraf olacaktı. ne yazdığı şiirlerin bir anlamı ne de yaşanmışlıklarının bir hatrı kalacaktı. kime haksızlık edecekti ki? hayatı iki kişi olarak yaşayan bir insan için yarısı olmadan yaşamak ne kadar kolay olabilirdi ki? mum ışığında duvara yansıtılmış bir hayal ürünüydü belki de şimdiye dek ya da çok gerçekçi bir göz yanılması. sonuçta biri yanılmıştı işte. ya tanrı ya da adam. birinci ihtimale daha çok inanıyordu ama tanrı'yla şöyle oturup iki laf edememişlerdi nicedir. kadrini, kıymetini bilmeden çok sövdüğünden olabilirdi bu ertelenen randevu gerçi. rötarlı da olsa bugün konuşmaya hazırdı. biraz dertleşmesi lazımdı. çevresinde her an kendisini izleyen ve duyan birisinin olduğunu bilmek rahatlattı.

telefonun başında bekliyordu adam. saat uyku vaktini gösteriyordu. yıllardan bu yana gelen alışkanlığından dolayı bir kez olsun aksatmamıştı uyku saatini. ama bugün biraz işi vardı. "orada olduğunu ikimizde biliyoruz. çekinmene gerek yok çünkü bu senle ilk konuşmam değil, söyler misin bana neden bu kadar alttan vuruyorsun? yani ilk görevin yaşatmak için uğraştığın insanlara, adına kader dediğin, korsan kitapçıda yarı fiyatına görsem almayacağım, önsözünde yalanlar, içinde masallar olan, güzellemelerinle acımasızlığını harmanladığın öyküleri yazıp saçma bir kitap hâline getirip sonra köşene çekilip kıs kıs gülmek mi? bence pek de fena iş çıkarmıyorsun aslına bakarsan. biz insanlar çok eğleniyoruz burada. yeri geliyor asiliğimiz tutuyor atıp tutuyoruz arkandan ama en inanmayanında bile az da olsa teşekkür borcu var sana karşı. güzel tasvirlerin, fiyaskoyla biten kısa öykülerin, anlamını bir tek senin bildiğin tanımların var. canımızı veren sen olduğuna göre sıkmakla da mükellefsin. hamurdan yapılmış oyuncaklarınız ve bastırılmış isyanlarımız var. ama şimdi söyleceklerimi iyi dinle... bana bunları yazdırmasan duymak istemeyeceğin şeyler olduğunu anlardım. sen de bilmek istiyorsun farkındayım. bu yaşlı adamın bunca zamandan sonra neden yanlış yollara sapmak üzere olduğunu görmek istiyorsun. ya da biliyorsun boş ver. neden? yani tamam da neden acımasızdın üzerimdeki öyküde bu kadar? bir cana neyin ağır gelip gelmeyeceğini biliyordun, herkesten daha iyi. bir insanın kaldırabileceği en ağır yükü de biliyordun, adın gibi. neden peki? gösterebileceğin tek yüzüm bu muydu? elini tutabildiğim tek canlıyı yanımdan alırken biraz bencilce davranmadın mı sence? burada yaşadığımız onca şey sadece bir aldatmaca mıydı yani? asıl konunun girmesine, başrolün sahneye çıkmasına var mıydı yani? rastgele yaptığımı sandığım her şey senin hareketlerin miydi yoksa? sözlerim seninkilere benzer miydi? o'nu yanımdan alırken biraz da beni gördün mü ruhunda? korkmam gerekiyor mu? beni de yanına alırken bunların cevabını verecek misin?"

telefonun başında bekliyordu adam. ve insan bazen ölmek istiyordu. belki sadece hesap sormak biraz... belki gözlerine inanmak istemiyordu bir kez de olsa. son kez o'ndan güzel bir söz bekliyordu. gelmeyeceğini bile bile. telefonun sesini hiç duyamayacağını, o'nu ölmeden bir kez daha saramayacağını biliyordu. "boş geçiyordu ömür boşa" dedi kendi kendine, "masallara inanmak için fazla mı büyüktük?"





not: -fi tarihinden, fazla kopuk-
*bitmemiş öyküme.

Mayıs 11, 2010 | By: ufukcel

Yesterday's Mistakes



Üzgünüm... Bugün sanırım daha fazla kendim olamayacağım. Nedeni ne sensin ne de o... Biraz daha beynimle baş başa bırakırsan beni, sonsuza dek kısa devre modunda dolaşacağım. Üstelik bundan rahatsız olan tek kişi dahi olmayacak; senden başka. Neden biliyor musun?


Aynı böyle hava güneşliydi ilk tanıştığımızda da. Senin üstünde ne olduğunu hatırlamıyorum ama benimkinde biraz hüzün vardı. Ayrılıklar yaşamıştım, bozgunlara uğramıştım, yalanlar duymuştum, bir gram uykuya muhtaç kalmıştım, birkaç dostumun bile değerini bilemeyecek kadar aciz görüyordum kendimi, (düşün) arabesk tonlar vardı en hardcore anlarımda bile... Sonra ne oldu? Dünyadan olmadığına emin olduğum bir melek çıktı karşıma. Kokunu bir kez içime çektim belki ama o bile tüm ciğerlerime nüfuz etmene yetti. Gücüm yetmedi kaçmaya, hapsoldum kendi içime bir kez daha; bile bile...


Adımla hitap edince kızardım ya hep sana, bu kez bana tek kelime dahi etmiyorsun, gıkım çıkmıyor, duyuyor musun beni? Okuyor musun çince geçen alt yazılarımı? Mükemmele yakın olmaya başlamıştı oysa ki pandomim oyunculuğum. Kalp atışlarımla her şeyi anlatırım sanıyordum sana; bir kez yanılttın beni. Durduğunda sağanağın, anlarsın sanmıştım.


Ne yaparsan katlanmaya hazırdım. Bilirdim bir gün "biz" olacaktık. Hiç olmamışsak bile bir gün "sen"de "ben" olacaktım, emindim. Bir kez olsun beni kır(a)madığını yüzüne karşı da söylemek isterdim. Tüm küçük oyunlarının, başıma ağrıtan "mesut" hikayelerinin, gülen yüzümü astıran cümlelerinin, bitmek bilmeyen, gereksiz tanımlarının boşa olduğunu biliyordum. İki küçük oyuncuyduk ve ben rolüme daha başlamamıştım. Sen ise müthiş bir rol çıkartıyordun, üstüne düştüğü gibi.


Alıştığını biliyorum bana. Sen son bir kez daha git diyene kadar çekmeye razıyım bu ağır yükü. Göreceli bir hayatım olacak bundan sonra. Kime göre neye göre iyi olduğum yalnızca seni ilgilendirecek.


Ama şunu bil yeter; seni çok özledim.


Bu da böyle yarım bir yazı olsun.




Mayıs 08, 2010 | By: ufukcel

Mad World - Normal Bir İnsanın Delirme Sınırı

Mondros Mütarakesi'yle belirlenmiştir. Aksi belirtilmediği müddetçe her insanda geçerliliğini sürdürmesi, 3500 yıl süreyle garanti altına alınmıştır.

Güzel bir günün başlamasını umar insan bazen. Olmasa bile oldurmaya çalışır ufak mutluluk noktalarıyla. Evet noktaları var bazı insanların, ufak, naif, içi dolu yuvarlaklar. Bu noktalar en mutsuz, umutsuz ve nedenini bulamadığın üzüntülerinden sonra kulpsuz hissettikten hemen sonra ortaya çıkarlar. Şair olur nokta sahipleri birden. "Güneş ne de güzel doğmuş lalala, uçun kuşlar sevdiklerime doğru lololo..." ama hayat her zaman aynı tarzda lololo'lar yapmaz. Başın ağrır, akşamdan kalma olmayı hayal edersin, oysa ki sevgilinle tartışmışsındır. Yataktan kalkmak istemezsin, üç gün arka arkaya Avrasya Maratonu'nda koşmuş olmayı hayal edersin, oysa yetiştirmen gereken çalışmalarını son güne saklamışsındır, üç gün gözünü kırpmaman ondandır. Yani noktalar her daim işe yaramaz. Sakıncalıdır, yan etkileri vardır.

Gününün güzel başlamasını umar insan bazen. Dersin ki içinden 'ah ulan çok da haklı değilmişim o'nu kırarken, biraz gönlünün dediği gibi davranmak lazım artık'. Zaten şimdiye kadar sürdürdüğün kırgınlıklarda bir yere varamadığını anlarsın. Ama illa bir bokluk çıkacak ya, en olmadık yerden şeyler kafana takılır. Yirmi küsür senedir ölümüne zevk aldığın şeylerin sönük gelmeye başladığını anlarsın güzel sözlere verilen anlamsız ve saçma tepkiden sonra. Eğer ki hemen pes eden sünepe insanlardan değilseniz, vazgeçmek lazım burnunun dikine gitmekten de birilerinin seni yönlendirdiği gibi davranmaktan da bir kez daha. Aç fon müziği olarak mad world'u, koyver dertlerini aksın gitsin.

Güzel şeyler gelecek diye bekliyorsun değil mi hala başına ama? Hayat o kadar adil değil dostum. Biraz iyi niyetli oldun diye herkesin senin hakkında 'çok iyisin ya xd' tandanslı cümleler kurmasını bekleme. Çünkü birdenbire iyi çocuk olmak, bir insana bahşedilmiş yapay bir tatlandırıcı kimilerine göre. Eğer o, o anda kötü olmak istiyorsa, karşındakinin ne kadar alttan aldığı, sana güzel hitaplar ettiği umrunda olmaz işte. İşte sözü geçen sınıra tam da o zaman yaklaşırsın. 'Ulan' dersin, 'madem alayı götlük yapıyor alemin, ben neden farklı davranmaya çalışıyorum'.

Veronika Ölmek İstiyor'da tam da buna benzer bir öykü anlatılıyordu akıl hastanesindeki "deli" tarafından;

"Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir. Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden delirmezler. Tabii kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içmiş olduğu suyu içmiş olduklarından kralın emirlerini saçma bulurlar, uygulamazlar. Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki; gel biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz. Ve öyle yaparlar: kral ve kraliçe cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin anlamı yoktur. Ülkede barış ve huzur tekrar hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölüme dek ülkesini yönetebilmiştir.' Aynı kuyunun suyunu içmiş olan herkes kendini normal sanar, kendileri gibi olmayanı ise deli ilan ederler."

Deli olmanın dayanılmaz hafifliği.







Mayıs 07, 2010 | By: ufukcel

A Road Adventure - Coming Soon!

Aile bireyleri, sevgili, eş, dost, hısım, akraba, çocukluk arkadaşı, Dördüncü Mahmut'un sekizinci göbekten akrabaları, hepsi birden yaşadığınız şehirden uzak bir Anadolu şehrinde olunca istemeseniz de, birisinde olmazsa bir sonrakinde mutlaka yaşanacak diyaloglara merhaba dersiniz. Konuşmak istememeniz, kafanızda çeşitli bahaneler üretmeniz ve yaratabileceğiniz kimi taktikler kurbanına yaşlı gözlerle bakan timsah yolcuyu bu konu üzerindeki ısrarından vazgeçirmeyecektir.

Tarih hatırlamıyorum ama sıradan bir otobüs muavini kadar yolculuk yapmaya başladığım zamanların birinde seyahat etmeye alıştığım, mola yerindeki gözlemeci teyzeyle 'çek bana oradan bi patatesli hatunum!' kıvamına geldiğimiz, otobüs şoförleriyle göte parmak, enseye şaplak yakınlığına an ve an yaklaştığımız zamanlardı. Kıştı, soğuktu, otobüsün kaloriferleri ancak otobüsün ön tarafını ısıtmaya yetiyordu ve arka kısımdaki yaklaşık 20 kişi aramızda söz kesmeye karar vermek üzereydik. Bu yakınlaşmanın adını koymamız gerekti artık. Bir ara iki koltuk önümdeki gençlerin fırsattan istifade yiyiştiklerini gördüm ve gözümü sola kaydırıp 'yanımdaki devasa cüsseli abiyle nasıl bir fantezi kurabiliriz' ihtimalini düşünmeye başladım. Ve bitirdim. O kadar kısaydı ki o an, yazmaya uğraştığım bunca cümleye değmeyecek eminim. 

Elindeki tesbihin ruhani şıngırtısını neden çıkardığını sormak üzereydim ki, kendine bir tür ısınma gereci olarak tesbih taşını seçtiğini anladım, sustum. Ama o susmadı.

"Nereye yolculuk genç?" sorusuyla irkildim, titredim ve kendime geldim. Titrememin başka nedenleri de vardı ancak o kısımları es geçiyorum şu anda. 

"San Diego, California. siz?" dediğimi sanmak isterdin biliyorum ama o ciddi duruşunu, 'hele bi yamuk yap da indiriyim sümsüğü ağzının ortasına' bakışını görmediğin ve ilaveten 'komik olmaya mı çalışıyorsun lan sen!' önsözlü cümlelerini duymadığın için bu espri anlayışınızın ne kadar çocukça olduğunun farkında değilsin.

"Otobüsün uğrayacağı kaç şehir var ki sanki? Seninle aynı yere gidiyoruz işte, Tokat'tan geçmezse kendimizi Antalya il sınırında buluruz ki, beklenmedik bir kıyak olur bu tüm otobüs camiası için şu soğuk kış gününde." demek isterdim ancak otobüsün ne kadar hızlı gittiğini, kaçacak yerim olmadığımı ve ne kadar espri yapmak istesem de bu tek esprimden sonra hayatımı katıksız, üstelik mini etekli yolcu otobüsü hostesi olarak geçirebileceğimi aklıma getirdim ve düzgün bir cevap vermeyi tercih ettim.

"Tokat, siz?"

(Yaklaşık 1 dk 42 sn ve 33 tesbih çekiminden sonra)

"Ben de..."

'Güzel, oh be sanırım sustuk' diye düşünmeye başlamıştım çünkü acayip biçimde gerilmiştim. Taa ki en kritik soruyu sorana kadar;

"Okuyor musun çalışıyor musun? Necisin bakıyım sen?"

Şimdi bilenler bilir, tipim her şey olmaya müsaittir. Çok arkadaşım pezevenk muamelesi yaptı, birçoğu da yine 'Tom Hanks gülüşün var, Holivud'a gitsen kesin yeni Zor Ölüm'de sen varsın' falan dedi ama işin aslı klasik bir Türk üniversite öğrencisi tipli adamım. Evet adamım. Klasik türk öğrencisi tipli adam nedir? Şudur; kendine belli bir tarz yapmış, belki hala liseden kalma sivilcelerinden vazgeçememiş, elinde kitap, dergi, kulağında mp3 çalar, düzensiz, belki biraz da kılıksız... İş adamı olmadığım kesin ama pezoya kadar da düşemem. Bu sefer riske atmadım kendimi ne varsa söyledim bir hamlede.

"Okuyorum, bu sene bitiyor okul inşallah."

(Yaklaşık bir 33 tesbih çekiminden daha sonra)

"Güzel güzel okuyun adam olun, bu milletin ihtiyacı var sizlere. Biz okumadık da adam olduk gerçi ama siz okuyun. Sizin neslin kanı bozuk. Hemen saldırırsınız karıya kıza, yoldan şaşarsınız mazallah. Aileniz size az mı para veriyor? Çalışıp ödeyin haklarını. Yazık yazık valla bu gençlik nereye gidiyor böyle..."

Noluyoruz lan?! Sanki 'okumuyorum, okuyanın bi tarafına koyayım, harem kurdum kendime, yakında senin bacına da saldırmayı planlıyorum, ailem de beni okutmak için kömür yardımı alıyor sekiz yıldır' dedim. Bir 'okuyorum evet'ten çıktı tonla ihtar ve ünlem cümlesi.

Cam kenarında oturmanın avantajını kullanmak için başımı ani bir refleksle dışarıya doğru çevirmemle 'sen daha duuuur, daha çekeceğin var benim elimden' cümlesini anımsatan tonlamayla Godzilla geri döndü;

"Pek konuşmayı sevmiyor şimdi gençlik, sen de haklısın. Takıyorlar kulaklarına volkmen'i, bangır bangır da açıyorlar sesini bok var sanki. Geçenlerde yine İstanbul'a gidiyorum bizim bacanağın yumurtalıklarında sorun varmış, ona baktırmaya, yanıma oturdu oğlanın biri, aynı senin gibi, saç burada, kulağında müzik, eline almış başbakana söven resimli dergileri, yol boyu uyuyor numarası yaptı bana. Canı sağolsun tabii ama insan biraz konuşmak istiyor, kaç saat yol sonuçta. Haksız mıyım sen söyle şey?"

Şimdi burada bir es verelim. Muhabbet çok boktan bir yere gidiyor, farkındasın sen de. "Şey" eşiğini aşmak üzereyiz. '"Şey"in yerine ne koyayım sana' demek istiyor, o gereksiz sözle aslında. 'Adını söyle yoksa dayı oğlu demeye başlayacağım sana, üstüne kalır valla bir ömür' uyarısı bu. Bak dikkat ettiysen bacanağının yumurtalıklarını (!) hiç dahil etmedim henüz olaya. Sanırım tüm pezevenk, godoş tiplemelerinden sıyrılıp birden bire üroloji uzmanı gibi gözüktüm adama. 

Artık numara da yapamayacağımı, adamın en boktan konularını bile, ki henüz lafa girmeden bacanağının yumurtalıklarından bahseden bir adam bu, dinlemeye maruz kalacağımı anladığımda muavinin "çay, kahve, kola ne alırsınız?" sesiyle huzur bulacağımı hiç düşünmezdim. 

"Sağolun ben bir şey almayayım." dememle düşünceli abimin,

"Getir getir arkadaşa da bi gaave getir sen, yol uzun, uykusu gelmesin şimdi." cümlesiyle kontra atağa geçmesi bir oldu.

O anda muavinin pis pis sırıtışını, elime plastik bardakla birlikte içeceğim en berbat üçü bir arada'yı tutuştururkenki "sıçtın oğlum sen" bakışını hiç unutmayacağım.

Farkındayım özet geçmemi istiyorsun. Hatrını kırmayıp önemli birkaç ayrıntıyı kırpırıyorum. Mola yerine geldiğimizde artık beni kankası olarak gören hürmetkâr abim çayımı da ısmarlamaktan çekinmedi. Tuvaletten çıkarken "olmaz benden olsun, valla kabul etmem" tarzı ısrarlı davranışlarına hiç girmiyorum hele. Sonrası malum, siyaset, hafta sonu oynanan 9 süper lig, 9 1. lig ve bir de 2 yıl önce yapılan halı saha maçının teknik ve taktik analizleri, 'kimlerdensin, şunları da tanır mısın' muhabbeti ve illa ki 'okul da bitiyor ne olacaksın gözüm' konularını kapsayan 9164 sayfalık bir ek Ergenekon iddianamesi tadında bir ince ince yasemince parodisi.

Hala gece uyumadan karısından -ve bacanağından- gizli gizli "iyi geceler sevimli şey" temalı mesajlar atıyor, pek bir iyi anlaşıyoruz kendisiyle.



Bir e-mail adresi girmelisin:

By FeedBurner