Mayıs 12, 2010 | By: ufukcel

Miss You


telefonun başında bekliyordu adam. anlamıştı ki her şey bitiyor. herkese rağmen yaşadığı bir kaç güzel şey eriyor. en güzeli gördüğünden şüphe etmediğinden gözlerini kapatalı yıllar oluyordu. neredeyse yarım asır. asır? insan ömrünün belki de göremeyeceği kadar uzun bir kaç yıl. o adam yarım asra bir aşkı sığdırmıştı. gerçi düne kadar sevdiği kadının o'na nasıl baktığını gördükten sonra asrın bile bir önemi olmuyordu ve hatta bir ömrün ama uzun ve yalnız bir hayatı görür gibiydi artık.


telefonun başında bekliyordu adam. kapadı gözlerini bir an için. o'nu ilk gördüğü gün geldi aklına. işte orada duruyordu zayıf ve uzun bedeni sevdiğinin. o zamanlar "sevdiği" değil henüz "bakabildiği" bile değildi gerçi o'na yapıştırdığı sıfat. boyuysa sürekli sorun olacaktı. kendinden uzun bir kadına aşık olmayı seçmiş ve bir gün kızıl saçları bile sevebileceğini düşünmüştü. oysa nefret ederdi kendini bildiğinden bu yana. çirkin, itici, fazla göz önünde bulurdu kimi tanısa kızıl saçlarıyla. daha şimdiden dökülmeye başlamış saçlarının kıskançlığıydı belki de. gözlerinin gördüğünü, kalbine anlatmaya çalışmadı. beyninin hükmettiği güzellik sınırlarını dahil etmedi manzarasına. uykusunda görüp aşık olduğu deniz kızına aldırmadı. sadece bir papatya kokusu geldi burnuna. sonsuzluğa bıraktı kendisini, "sevmek bu olmalı" dedi usulca. yanındaki arkadaşının pek umrunda değil ne papatya kokusu ne de mırıldanmalar ama tepki vermeyi tercih etti; "uç" dedi, "uç ki farkına var kanatlarının".

telefonun başında bekliyordu adam. yalnız kalmak kötü şey diye düşündü. bir hayatı kıl payı kaçırmak istemiyordu. bir macera filminin en heyecanlı yerinde elektriğin kesilmesi gibi, en sevdiğin yemeği yerken evde tuzun olmadığını anladığın gibi, uykuya dalmak üzereyken deprem olması gibi, sesinin gittiğini sandığın anda kimsenin seni dinlemediğini anlaman gibi, her gece gördüğün yıldızın ansızın kayması gibi, rüyalarına eşlik eden deniz kızının aslında hiç gelmeyeceğini bilsen de her gün aynı rüyayı görmen gibi, farkına varmadan baktığın gözlerin aslında sana hiç bakmayacak olmasını anladığın gibi, hevesinin kursağında kalması gibi, ölüm gibi, intihar gibi, hiç ummadığın anda gelen haber gibi, kara haber gibi... belki zordu ama yalnızlığına anlam bulmaya çalışıyordu. biliyordu ki bir gün bu an gelecekti. er ya da geç, geç ölen taraf olacaktı. ne yazdığı şiirlerin bir anlamı ne de yaşanmışlıklarının bir hatrı kalacaktı. kime haksızlık edecekti ki? hayatı iki kişi olarak yaşayan bir insan için yarısı olmadan yaşamak ne kadar kolay olabilirdi ki? mum ışığında duvara yansıtılmış bir hayal ürünüydü belki de şimdiye dek ya da çok gerçekçi bir göz yanılması. sonuçta biri yanılmıştı işte. ya tanrı ya da adam. birinci ihtimale daha çok inanıyordu ama tanrı'yla şöyle oturup iki laf edememişlerdi nicedir. kadrini, kıymetini bilmeden çok sövdüğünden olabilirdi bu ertelenen randevu gerçi. rötarlı da olsa bugün konuşmaya hazırdı. biraz dertleşmesi lazımdı. çevresinde her an kendisini izleyen ve duyan birisinin olduğunu bilmek rahatlattı.

telefonun başında bekliyordu adam. saat uyku vaktini gösteriyordu. yıllardan bu yana gelen alışkanlığından dolayı bir kez olsun aksatmamıştı uyku saatini. ama bugün biraz işi vardı. "orada olduğunu ikimizde biliyoruz. çekinmene gerek yok çünkü bu senle ilk konuşmam değil, söyler misin bana neden bu kadar alttan vuruyorsun? yani ilk görevin yaşatmak için uğraştığın insanlara, adına kader dediğin, korsan kitapçıda yarı fiyatına görsem almayacağım, önsözünde yalanlar, içinde masallar olan, güzellemelerinle acımasızlığını harmanladığın öyküleri yazıp saçma bir kitap hâline getirip sonra köşene çekilip kıs kıs gülmek mi? bence pek de fena iş çıkarmıyorsun aslına bakarsan. biz insanlar çok eğleniyoruz burada. yeri geliyor asiliğimiz tutuyor atıp tutuyoruz arkandan ama en inanmayanında bile az da olsa teşekkür borcu var sana karşı. güzel tasvirlerin, fiyaskoyla biten kısa öykülerin, anlamını bir tek senin bildiğin tanımların var. canımızı veren sen olduğuna göre sıkmakla da mükellefsin. hamurdan yapılmış oyuncaklarınız ve bastırılmış isyanlarımız var. ama şimdi söyleceklerimi iyi dinle... bana bunları yazdırmasan duymak istemeyeceğin şeyler olduğunu anlardım. sen de bilmek istiyorsun farkındayım. bu yaşlı adamın bunca zamandan sonra neden yanlış yollara sapmak üzere olduğunu görmek istiyorsun. ya da biliyorsun boş ver. neden? yani tamam da neden acımasızdın üzerimdeki öyküde bu kadar? bir cana neyin ağır gelip gelmeyeceğini biliyordun, herkesten daha iyi. bir insanın kaldırabileceği en ağır yükü de biliyordun, adın gibi. neden peki? gösterebileceğin tek yüzüm bu muydu? elini tutabildiğim tek canlıyı yanımdan alırken biraz bencilce davranmadın mı sence? burada yaşadığımız onca şey sadece bir aldatmaca mıydı yani? asıl konunun girmesine, başrolün sahneye çıkmasına var mıydı yani? rastgele yaptığımı sandığım her şey senin hareketlerin miydi yoksa? sözlerim seninkilere benzer miydi? o'nu yanımdan alırken biraz da beni gördün mü ruhunda? korkmam gerekiyor mu? beni de yanına alırken bunların cevabını verecek misin?"

telefonun başında bekliyordu adam. ve insan bazen ölmek istiyordu. belki sadece hesap sormak biraz... belki gözlerine inanmak istemiyordu bir kez de olsa. son kez o'ndan güzel bir söz bekliyordu. gelmeyeceğini bile bile. telefonun sesini hiç duyamayacağını, o'nu ölmeden bir kez daha saramayacağını biliyordu. "boş geçiyordu ömür boşa" dedi kendi kendine, "masallara inanmak için fazla mı büyüktük?"





not: -fi tarihinden, fazla kopuk-
*bitmemiş öyküme.

Bir e-mail adresi girmelisin:

By FeedBurner